Uygarlığın ve Kişiliğin Temeli: Sorumluluk
“Anaya ataya el
kalkmaz, taş olursun.
Dediğimi yapmazsan seni köşedeki ayakkabıcıya çırak olarak
veririm, okuldan alıp.
Sınırını bil, senden yaşlı ve uslu olanların dediklerine uy.
Söz ver ve tut yoksa sana kimse inanmaz”
Şimdi, burada görülen sözler genel kullanım düzeyine ulaşmış
sözler, öğütlerdir. Buna karşılık büyüklerimizden bir şey istediğimizde şu
tepkilerle karşılaştığımız çoktur:
“Sen dediğimi yap, sonra bakarız.
Söz vermiyorum ancak deneriz, fırsat olursa.
Önce sen şu işi çöz, o istediğin sonra…”
Ara sıra şöyle durumlarla da karşılaşırız:
“Şimdi çok işim var, git başımdan
Sırası mı şimdi, bunun?
Ne halin varsa gör, Allah’ın belası”
…
Bunların tek tek üzerinde durulacak kadar geniş kapsamlı bir
şeyler yazmayı düşünmüyorum, ancak bu tutumlar arasındaki çelişkiyi ortaya
koymam gerek. Bu çelişkinin nedeni de bildiğimiz ancak umursamadığımız hatta
korktuğumuz bir kavram: “sorumluluk”
Toplumumuzda kişilerin üzerine en az düşündüğü ancak en
küçük yaşlardan bu yana bize birçok davranışı ve sözü açısından yükler yükleyen
bir kavram olarak görürüz ve kaçarız sorumluluk almaktan. Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi derslerinde yükümlülük(mükellefiyet) adıyla anlatırlar, bize.
Açıklamazlar. Öylesine sunarlar. Biz de öylesine dinleriz[1].
Buna göre ergenliğe girdiğimiz anda İslam açısından yükümlü oluruz, ibadet
etmekle, ana ataya uymakla, yaramazlık yapmamakla, İslam’ı öğrenmekle,
çalışmakla, çabalamakla, düşünmekle…
Sorumluluk olumlu yönlerden “vicdan, inisiyatif”
kavramlarıyla bağlantılıdır, ancak bu iki kavram da yabancı kökenlidir. Biri (vicdan)
kişinin yaptıklarının kötü sonuçları olabileceğini düşünebilme olgunluğunu
gösterme yetisini belirtir. Öteki (inisiyatif) gerektiği koşullarda bir
işin daha iyi, doğru ve güzel yapılması için olası tepkilerle karşılaşma
olasılığına karşın kişinin kendisini ortaya atmasıdır. Kişinin bir işte çığır
açacak, kendisinden önce o alanda bir şeyler yapanları aşacak biçimde öncü,
önder olma yetisini belirtir. Sorumluluk ise özünde bu iki
kavramı da içine alabilen genişlikte hatta bunu aşan özellikler gösteren bir
kavramdır. Sorumluluğun bunu aşan yönü genellikle tek başına benimsediğimiz ve
bu sözcüğün anlamını kısıtladığı bir anlamdır; kısıtlama ve dizginleme… Kafamızda
sorumluluk çoğunlukla bu anlamış çağrıştırır. Çünkü sorumluluğu
olan bir kişi bu sorumluluğunu düşünerek davranmak zorundadır, zaman ve gücünü
bunu aksatmayacak biçimde kullanmalıdır. Yoksa üzerinde bulunan sorumluluğun
gereğini yerine getiremez ya doğrudan bundan ötürü bir sıkıntı ile yüzleşir, ya
da belli bir yaptırım (ceza) ile yüzleşir ya da bunlardan en az biri ile
yüzleşme olasılığı ile yüzleşir. İşin doğrusu şudur; dilimizde yukarıdaki iki
sözcüğe gerek yoktur, biri Farsça öteki Latince kökenli olan bu iki sözcük
bizim gerektiği gibi olaylara çok boyutlu bakmamızı engelleyen olumlu anlamlar
yüklenmiş sözcüklerdir, bunun karşılığında sorumluluk ve
yükümlülük ise olumsuz anlamlara kısıtlanmıştır. Bu durum genel olarak özünden
kopuk kişilerin yaptıklarının dildeki yansımasıdır. Sanki sözcükler
kendiliğinden iyi ve kötü olabilirmiş gibi…
Sözcükler kişilerin onlara birbirleri arasında iletişim
kurmak için yükledikleri anlamları taşırlar[2].
Ancak kendi dili üzerine düşünmek onu gereği gibi kullanmak konusunda gevşeklik
gösteren kişiler kolaycılığa ve hazırcılığa alıştıkları için dışarıdan bu
kavramları getirip sorumluluk yerine dilimize özensizce sokuşturmuştur.
Sorumluluk bu kavramlar yerine yeterlidir ve
onu bu kavramlar yerine kullanmak daha doğrudur; çünkü sözcükler ancak ve ancak
duygu yansıtmaktan büyük ölçüde ayrıştırıldıklarında düşünce yansıtmakta
başarılı olabilirler. İnsanlar duygu varken düşünce alamazlar. Konuşanın
dilinde, yüzünde, elinde öfke, korku, sevgi, yakınlık varken dinleyen
konuşmanın amacı şeyleri almazlar, aldıkları bu duygulardır.
Sorumluluk, bir kişinin doğrudan kendi isteği
ile ya da başkalarının önerisi üzerine bir konuda eyleme geçip bunu gereği gibi
yerine getirdiğinde ya da getirmediğinde doğacak sonuçlarından ötürü
gerçekleşmesi olası her türlü sorgulamayı ve yaptırımı en başından
üstlenmesidir. Bu kişinin kendi kendisine verdiği bir sözdür.
“Kim ne derse desin, ben bu işi yapacağım, arkadaş!”, “Bu iş
için gerekirse ölürüm, tutsak düşerim ancak bunlar dışında başarıya ulaşmadıkça
yolumdan dönmem!” gibi sözler söylemek ve bunların gereğini yerine getirmek,
kişiyi gerçek anlamda sorumluluk bilinci olan birisi yapar. Böyle
bir kişinin önünde dağlar olsa devrilirler. Kişinin bu güce kavuşması için tek
yapması gereken de budur. İnsan nasıl ekmek alırken bedelini peşin öder, sorumluluk
almak da buna benzer. İnsan sonuçları önceden yüklenir, öngörse de öngöremese
de. Öngöremediği sonuçları eylem gerçekleştikten sonra gören kişi; bunlar
olumlu ise de olumsuz ise de yaptığı eyleme daha çok özen göstermelidir[3].
Sorumluluk kişinin din(ruh)
açısından güç kazanmasının da önünde yatan bir ilk engeldir. Kişi aldığı sorumlulukları
yerine getirmek için çabaladıkça hem başkalarının gözünde hem de kendi gözünde
değeri artar. Bu bir süreçtir ve yeni yeni sorumluluklar
alındıkça kişinin değeri artmayı sürdürür[4].
Bu yola giren kişi “zor nedir, imkansız nedir?” unutur, bu yolun[5]
özü gereği de unutması gerekir. Çünkü tüm güçlükler sorumluluğun kişiye verdiği
[1]
Örneğin hiçbirimiz –Türkçe derslerinde öğrenmemize karşılık- dinlemek ve
dinlenmek sözcüklerinin kökü olan “din”in ne anlama geldiğini düşünmez,
umursamaz. Öte yandan bu sözcük Arapça’dan dilimize giren “ruh”un karşılığıdır.
Bu konuda az bilgisi olanlar ruh yerine Türkçe diye “Tin” derler. Öte yandan
Türkiye Türkçesinde t’den d’ye dönüşüm sözcük başında yaygındır. Bizim “Din”
olarak bildiğimiz eş sesli sözcük Türkçe değildir, onun Türkçesi “Töre”dir.
[2]
Dil üzerine çokça düşünen ve bunun üzerinden felsefenin %90’ının yanlış ve
kusurlu dil kullanımından kaynaklanan saçmalıklar olduğunu savunan Wittgenstein
buna dil oyunu, der. Dil oyunu ancak ve ancak iletişim kuran iki yanın da
üzerinde konuşulan olgunun, nesnenin ya da soyut kavramın adında anlaşması ile
kurulur ve diller sözcük birikimi ve bilgisi açısından, türetme ve o dilin iç
kurallarından çok bu özelliği ile gelişmiştir, günümüze kadar. Bunun etkileri
üzerine konuşmak bu yazının başlıca amacı olmadığından onu başka bir yazıya
aktarmak daha doğru olacaktır.
[3]
Çocuğunu okula bırakan, evde onunla oyun oynayan bir ata, çocuğu üzerindeki
etkisinin nasıl arttığını görecektir. Bu açıdan onunla oynadığı oyuna, ona
söylediği sözlere ve ona karşı davranışlarına daha çok özen göstermeye
başlamadıkça…
[4]Bu
böyle sürer gider; kişiın yaşam amacının büyüklüğünün sınırına kadar. Yaşam
amacı olarak kişiın kendisine belirlediği ne ise kişi o konunun ötesinde
sorumluluk alamaz, Hatta kişi, böyle bir amacı yoksa yaşayamaz.
[5]
İşte bu yol aslında Alevilerin “yol” dediğidir. Ancak onlar bunu ve bize bu
yolu ilk kez söyleyen kişi ile bağlantılarını ya kendileri koparmış ya da yolun
özünden kopartılmışlardır. Aleviliğin başlıca özü İslam’dır, sonraki özü
Türklüktür. Bu ikisi bağdaşır, dil bilip bunu dil bilmeyen kişilara anlatacak
kişiler ile bağdaştırılır. Eğer Pir Sultan Abdal gibi özellikle bunu
yapmasınlar, diye engellenmezler ise…
Yorumlar
Yorum Gönder