Kesin bir şey varsa, o da her şeyin göreceliliğidir.


25 Şubat 2014, 19:22


Bunu "hiçbir şeyin kesin olmaması vs." şeklinde yeniden kurgulamak da mümkün.
Gerçekten ara sıra insanların "kesinliğe" neden bu kadar ihtiyaç duyduğunu anlamak güç geliyor, bana.
Bütün felsefeciler "değişmeyen tek şey değişimdir." diye ağız birliği ederken bizim elimizde nasıl bir ilahi güç olabilir ki sabır ve değişmeyen bir şey yaratım düşünebilelim?Herhangi birinden böyle bir şey yapmasını beklemek o kişiye tanrısal bir sorumluluk yüklemek değil midir?

Geri dönüp doğa bilimlerinden öğrendiklerimize bakarsak kabaca bütün evrenin boşluğa dağıldını ve hiç bir varlığın hiç bir sınıra göre hareket etmediğini hâlâ mı fark edemiyoruz?
Gezegenler yıldızlar hem kendi hem birbirlerinin etrafında dönerken; temelde uzayın nerdeyse farkına bile varmadığımız dokusundan başka neyin üstünde duruyorlar?
Bunlara rağmen bu kesinlik arayışı hep var. Kanımca bunun nedeni "umursamazlık" yani cahillik hastalığımız.
Bir insan kendisi için yeteri kadar şey öğrenip bunu hayata uygulamaya başladığında sudan çıkmış balığa dönüyor, tam manasıyla. Tutunabileceğiniz, içinde yüzebileceğiniz güvenilir bir "su" kalmıyor.
Çoğu insan da -anladığım kadarıyla- yalnızca balık olma doğasıyla yetişmeye meyilli ve hem karada hem suda yaşayan canlıları "eee, yaşayacağı yeri seçemeyen zavallılar" olarak görmesi bundan olsa gerek. Çünkü toplumlarda Abdallara bakış açısının bundan farklı olduğunu düşündürecek bir veri yok, elimde.

Uygarlık yerleşik hayata geçilmesi ile başladı derler. Kanımca çok yanlış değil. Fakat yerleşik hayat yalnızca biçimi değil aynı zamanda düşünsel anlamda da yerleşikleşmeye ve dogmalara takılıp kalmaya çok elverişli bir ortam hazırlıyor, bunu hep göz ardı ediyoruz.
Yerleşik hayatta fazla düşünmeye gerek yok, önceden oluşturulmuş bu sabit ortamın gereklerini karşılamak yeterli. O gerekleri isteyerek karşılamaz ya da istemeyerek karşılayamazsak toplum dışına itilmemiz kaçınılmaz. Bu durumda toplumda kalmak için kendimize "topluma faydalı olduğumuz izlenimi veren bir gömlek giysek"  yeterli. Bu gömlek genelde "din adamlığı" oluyor ne yazık ki.
En büyük aptallık da bu gibi "tembelleri" toplumun en yücesi saymaktır. Ya da eylemsiz durup tembelce oturmayı erdem saymaktır, o aptallık… Kızdığım bunlara inanmak değil, başkaca kişilerin inancından faydalanmak ve böylece eylemsizlik düzeninde yerini sağlamlaştırmaya çalışmak... Bu yönde batıda "engizisyon" kurulur; çünkü bir insan topluluğu "papazları" gereksiz görmeye ve yaptıkları ile söylediklerini dikkate almamaya başlarlar. Onlar da üsteler:"Sen benim dediğim dışına çıkma! Tek doğruyu ben biliyorum! Bu yolda ilerlersen kurtuluşa erersin..."; emir kipli cümlelerin birbirini izlediği vaazları hep aptalca bulmuşumdur. Bunun nedeni:
- Konuşanın bu fikirlere ulaşmasını sağlayan genelde ona tanınan tembellik etme süresidir. Din adamlarının inanç üzerine akıl yürütmekten başka yapmakla yükümlü oldukları pek fazla iş yoktur; oysa gerçek insanlar hayatlarını "kazanmak" zorundadır. Onlar için hayat bir mücadeledir; din adamları için ise neredeyse sıkıcı bir gezinti...
- Vaaz ettiği insanlar ile kendisi arasındaki bu farklılıktan zerre haberi yoktur ya da cahil cesareti ile bu farkları umursamaz. İşte sözünün dengesizliği ve faydasızlığı burada daha belirgin olur; çünkü eğer Yaratıcı kişiye bilebileceği bir gerçek ve onu öğrenmek için imkân sunmuşsa kendini din adamı sayan kişinin bunu öğrenmekten ve gerektiğinde kullanmaktan herhangi bir nedenle kaçması en iyi olasılıkla "tembellik" en kötü olasılıkla "art niyet"ten kaynaklanır.
Böyle birinin söyleyeceği ya da yapacağı hiç bir davranış örnek alınmamalıdır; ancak ibret olması için orada varlığını sürdürmesine izin verilebilir.
Topluma verdiği zarar ciddi düzeylere ulaşıyorsa ya da öyle bir olasılık varsa önce "deli" diye damgalanmalı o da yetersiz ise mecburen sürgün edilmelidir; en sonunda bu ikisi hiç bir işe yaramaz ise artık ya "soğuk uykuya yatırılmalı ya da öldürülmelidir." Öte yandan vermediğimiz(yaratamadığımız ve belki asla yaratamayacağımız...) bir cana kıymak ancak kendi canımızı ya da başkasının canını korumaya çalışırken makul karşılanır. Kanımca bu yüzden illaki bir öldürme olacaksa bu konuda "hükmü veren" ile hükümlü arasında doğrudan ve eşit koşullarda yapılacak olan bir düello ortamında tehlikeli sayılan kişinin ancak hükmü verenin kendisi canını alabilmelidir. Yoksa yapılacak eylemler ve oluşturulacak kurumlar bu tür tehlikeli ve yetersiz kişilerin rahatlıkla eline geçebilir. Gerçek bir güç ve akıl kişinin ölümle yüzleştiğinde ortaya çıkacaktır.
Salt kişinin kendi varlığını koruma isteği yüzünden suçlandırılması adaletle bağdaşmaz. Herkes anarşist ve sosyalistlerin istediği gibi fedakârlığa zorlanamaz; çünkü kendisinden ve kendi varoluşundan daha değerli bir şeyi kabul etmek ciddi bir vicdan muhasebesi gerektirir. Bunu herkesin yapma olanağı yok iken onları ellerinde olmayan olanaksızlıklarından sorumlu tutmak makul değildir.
Bununla hiç yüzleşmeyenlerin(ben gibi) ölüme neden olan şeyler hakkında fikir yürütmesi de karşı çıktığım "vaaz"lardan olacaktır.
Bir şeyin doğasını anlamak ancak onunla mümkün olan en derin ve en karmaşık etkileşime girilmesi ile mümkündür. Bunu yapabilirken yapmadığımız sürece yürüttüğümüz her türlü akıl ve yaptığımız her türlü eylem ya da söylediğimiz her söz "yalan" olmaya mahkûmdur. Bunu yaptığımızda ve gücümüzün yettiğinin en sonunda olan fikre göre gücümüzün yettiği en büyük işi başardığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:"Ben üzerime düşeni yaptım, sıra sizde".
Uygarlığın başlangıcına dönersek; bir gurup insanın yerleşmek yerine "göçebeliği" tercih etmesi kanımca dengeleyici bir harekettir. Çünkü tamamen yerleşik toplumlar birbirleri hakkında hiç bir bilgi edinemez; sonra da Colomb'un Amerika'yı keşfetmesini yeti ve başarı sayacak kadar acınası durumlara düşeriz.
Kısaca göçebe toplumlar eski dünyada etkileşimin en büyük taşıyıcıları idi. Bir yerde öğrendiklerini başka yere aktarmaları mümkündü; ayrıca yerleşik hayatın lüksüne alışıp iyice tembelleşen toplumları silkelemek konusunda da çok başarılı oldukları, ortada. Örneğin Cengiz Han'la Moğollar geldiğinde yerleşik İslam toplumu başta gelişirken kullandığı şevki kendini korumak için gösteremedi. Yapı iyice hantallaşmıştı; yaşlanmıştı. Elbette bize hep yaşlılara saygı göstermemiz öğütlenir; fakat bunu hak etmeyenlere de gösterirsek hak edenlere haksızlık etmiş oluruz değil mi? Yine de hepten saygısızca yaklaşıp onlara saldırmak her koşulda bizi "yabanıl" yapar. Yılkı insanları oluruz. Her şeyin var olmasının bir nedeni vardır; o nedeni iyi anlamadan ve onun yerine koyacak başka bir şey bulmadan onu ortadan kaldırmak içinde yaşadığımız evlerin sütunlarını yıkmak gibidir. Yüklendiği amacı karşılayan başka bir şey yoksa hem evlerin sütunları hem de toplumda öldürülmek istenen insanlar yıkılıp yok edildiğinde evin ve toplumun yıkılması da kaçınılmazdır. Yıkılanların göğe düşmesi yer çekimi yüzünden mümkün değilse; böylesi bir yıkım yapacakların tepelerine düşecek olan ağır sorumlulukları kaldırmaya güçleri yoksa kendilerini ezilmeye mahkûm ettiklerini unutmamaları da gerekir...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pazara pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya doyamamak

Algısızlık uçurumu

Nişanyan "Yanlış Cumhuriyet" kitabı eleştirisi